18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kitaplık

bir süredir "bekleme" halimin (beklemediğim şekilde) sonuçlanmasıyla, depresyona girmeden önce uzatmaların tadını çıkartıyordum. kaç zamandır açıkta kalan ıvır zıvırı bir yerlere sıkıştırmak yerine, yeni kitaplığı alınca, kurulmasından sonra içini doldurmak gerekiyordu. Yaşamımdaki fazla safralardan kurtulmalıydım.
kayıt cd'ler, gazete küpürleri, yıllarca ihtiyacını duymadığım kartvizitler, anlamını yitirmiş dergiler/gazeteler, yarım kalmış maketler/yapbozlar, zamanında yararlı olacağı düşünülerek alınmış ve fakat tozlanmaktan işlevini yitirmiş kırtasiye malzemeleri, eprimiş giysiler, lastikleri gevşemiş çoraplar, özelliğini kaybetmiş kablolar… çöpe ilk gidenler oldu.
yer bulunamadığı için köşede bekleyen kitaplar ve jelatini çıkartılmamış CD/DVD'ler, yeni kitaplığın raflarına yerleşirken bi yandan da atılacak fazlalıklar çetrefilleşiyordu. 3-4 sene öncesinden kalmış, bir arkadaşımın verdiği, üzerinde albüm önerileri yazan post-it fazlalık mıydı? en azından bunca zamandır hala o albümleri dinlemediysem yaptığım düpedüz eşeklikti. ya hala yerine getirmekte tembel davrandığım todo listler? Yıllardır Avrupa'nın farklı şehirlerinden toparladığım metro/otobüs/tren/yolculuk biletleri, bir sonraki kitap ayracı olarak beni bekliyordu.
fazlalıkları atmayı bir süre daha ileri götürüp, bir süredir hiç görüşmediğim arkadaşları telefon listemden çıkartmaya karar verdim, 5 senedir ya da daha da agresif davranıp 3 senedir arama ihtiyacı duymamışsam telefonumda durmasına gerek yok. Eskiden telefon defterleri vardı, çok daha rahat yapılabiliyordu bu işlem.
madem hayatı benim için ilginç gelmiyor, yaptığı tek şey youtube'taki top5 listesinden video paylaşmaksa, direkt facebook listemden de çıkartabilirim. ihtiyacım olursa birisini internetten bulmak zor değil. bilgiye her an ulaşılabiliyorsa sürekli yanında taşımaya gerek var mı?
kitaplığımızı yerleştirme düzenimiz, hayata karşı yaklaşımıza dair örnekler verir. Kitaplığıma ne zaman yeni parça eklemeye kalksam aklıma G. Perec gelir, kabaca şöyle bir şeydi galiba: "kitapları tasnif etmeye çalışırken yazarlarına göre mi yoksa türlerine göre mi ayırmak gerekiyor. Klasikler var, modernler var, matematik üzerine olanlar var. Ya renkler ne olacak, kalınlar/inceler? bunların içinde sevdiklerim var sevmediklerim var…"
Yıllardır yaptığım hatalardan birisi ise kitaplarımı boyutlarına göre almamış olmamdır. Hangi izleğe göre dizerseniz dizin, geometrik olarak hiç de estetik olmuyorlar.
Ingilizce öğrenmeye başladığım dönemlerde, verilen ödevlerden birisi de "çılgın bir parti sonrası evinizi temizlemeyi madde madde anlatın" idi. Muhtemelen çılgın parti kısmını ben uyduruyorumdur. Önce evdeki çöpleri temizlemek, eşyaları yerleştirmek, en sonunda da iyice silmek/süpürmek gibi yolu vardı. Yeni kitaplığın izlediği yol da buydu, çöpleri ayıklamak, kitapları yerleştirmek ve ince ayar.
Her bahar yaptığımız, yapmaya niyetlendiğimiz temizliklerimiz de aşağı yukarı böyledir. Gel gör ki manevi temizliklerimizde aynı özeni, istediğimiz sıralamayı gerçekleştiremeyiz. Bir türlü fazlalıklarımızı atamayız, enerjimizi tüketen insanlardan kurtulamayız. sürekli üzerine bir cila daha çekip ilerlemeyi deneriz ama üst üste atılan asfalt gibi yol hep hamurlaşır, kısa sürede yeni çukurlar/tümsekler oluşturur.

Daha da önemlisi fazlalıkları attığımızda raflarımızı yenileriyle doldurabilecek miyiz?
Yakında gardolap almayı düşünüyorum, hade hayırlısı.

29 Mayıs 2011 Pazar

gitmeliyim

sürekli bir seferilik halleri, bir flaneur durumları, her an her yere gidebilme özgürlüğü ya da sınırlandırılmışlığı…

Evime bir şey almıyorum, yeni bir bardak, duvara poster ve hatta dolaba peynir. Uzun soluklu plan da yap(a)mıyorum. Önümüzdeki hafta anamlara yemeğe gidebilecek miyim acaba? İspanyolca kursunu yarıda bırakmam, düzenli spor yapamamam… düzenli işlere kalkışmamam için hep uyarı oluyor. Eve uğradığımda çamaşırları yıka, buzdolabında bozulanları çöpe at, yeniden valizi hazırla…

Bu yüzdendir birisine bağlanmamak için çabam, aşık olup bir de meridyen farkını araya sokuşturmam.

"gidip dinlenmeliyim, artık içki içmeliyim

özlüyorum o hiç görmediğim"

26 Ocak 2011 Çarşamba

yolculuk ve kitap

edebiyat/sanat tarihinin en önemli konusu aşk ise, diğeri de yolculuk olmalı. Yollarda geçen aşk hikayeleri ise ortak kümeleri.
"Okuma" nın, üzerine kurgulanan san'at ise işin zanaat kısmına geçtiği gibi, okumakla derdi olan insanları ilgilendirir, çoklukla. Okumak dediysek kitap okumak değil yalnızca ama bugünlük direkt kitap okumak ile derdim. (Ilgilenenler için j. Berger'den başlayıp, Aldous Huxley'e uğrayıp, oradan Wim Wenders filmlerindeki kurgu okumalarına kadar bir çok kaynak/adam önerebilirim ama konuyu dağıtmayalım)
Şimdi kimse bana "yolculuk varılacak noktadan ziyade gidişattır" demesin, ben yolculuğumu B noktasına varmak için yaparım, A ile B arasını doldurarak.
Okumakla ilgili her derdi olan entellekt gibi benim de takıntılarım var, üstüne benim yolculuklarla da ilgili takıntılarım var. Kabul etmeliyim ki takıntılı bir adamım, bununla övünürüm. Meramı olmayan adamın mecali olmaz (buradan atasözü çıkar mı acep?)
Yolculuklardaki okumaların değeri, sevgilinizi kokusuyla özdeşleştirmek gibidir. Her gün sevgili/koku değiştir(e)mezsiniz (en azından ben yapamıyorum). Üstelik koku hafızası gibi güçlü bir noktayla bağdaştırmak da yanlış kabul edilebilir. O kadar da ön yargılı olmadan son yaptığınız yolculukları nasıl hatırladığınızı düşünün? Farklı yerlerde yediğiniz yemekler mi, arkadaşınızla/sevgilinizle yaptığınız görüşme mi yoksa gördüğünüz muhteşem mimari yapı mı? Bunların herbirinin ayrı önemi olsa da benim tercihim o sırada okuduklarımdır. Bu yüzden "yolculuk kitapları" hafife alınmamalıdır.
Kolay okunabilirlik sizin için etken olabilir. 10 saatlik otobüs yolculuğunda zor okunan bir kitabı kenara bırakıp gazete/dergiye geçtiğim çok olmuştur, dikkatli olmak gerekir. Başladığınız kitabın devamı beklediğiniz gibi de gelişmeyebilir, hayal kırıklıklarına hazırlıklı olmalısınız.
Zadie Smith ile geçen Romanya yolculuğumun tadı damağımdadır. Harry Potter kitaplarından birisini King's Cross istasyonunda bitirdiğimde zirvede bırakmalıyım demiştim ama Zazie Metroda'yı Paris metrosunda okurken halay çekesim gelmişti.
Şimdi ayırdına varıyorum da, hemen tüm kitaplarımı en azından bir kere yolculuğa çıkarmışım. Buyüzden kitap ayraçları yerine metro geçiş kartları, uçuş "boarding pass" kağıtları, tren biletleri... kullanıyorum. Şahsi tecrübelerime göre otobüs biletleri ve kentkartlar kitap ayracı olarak uygun değil.
Yolculukta kitap okuyacaklara tavsiyeler;
-Kitap fiziksel olarak rahat okunabilmeli; hard case ya da tuğla kitaplardan uzak durun
-Yolculuğunuzu sıkıntıya sokmak istemiyorsanız nispeten rahat okuyabileceğiniz kitapları tercih edin (Tüm yolculuklarınızda Dan Brown okumayın ama)
-Let it rain (anladın sen onu)
-Okuma lambası, acaip faydalı
-Güvenlik kontrolu sırası, otobus/ucak bekleme kuyrukları... okumak icin uygun anlardır. Ayakta kitap okumanın acaip faydasını görürsünüz. Londra Metrosu'nun 2 dakika süren yürüyen merdivenlerinde neler bitirdim ben.
-"Tatilde kitap okumam ben" diyenler yazının burasına kadar nasıl sabretti?
-Yolculukta okuyacağınız kitabın ne olduğunu bilin, sonunu bilmeyin, ama yolculuktan önce 3-5 sayfasını okuyun (opsiyonel)
-Bilgisayardan, e-book'tan tad alamadım, bu yolda ilerleyenlere lafım yok ama kabul edin, aynı hissiyat yok.
-Aynı anda 2-3 kitap okumanın tadını almış mıydınız?
-Hele bi okuyun da, yolculuk bahane
Hamiş: Bahsetmiş miydim? takıntılı bi adamım.


20 Ocak 2011 Perşembe

ihmal

ahan da tam bugun, bir arkadaşımın blogunun adresini gorunce benim de bir tane(m) vardı ya, dedim. bakınca, "ee bunlar yayınlamamış gözüküyor", sonra tekrar aktif hale getirmeye çalıştığımda "ee bugünün tarihini gosteriyor" diye sızlanırken aslında tam 1 sene once son yazımı gonderdigimi gormem, kendime olan inancımı sarstı. daha sarsıcı olan ise daha kısa cumleler kurabilmeme ragmen daha uzuuun cümlelerin daha kolay olması. (cumle başına 4 daha kelimesinin kullanılması paslanma işaretidir)
etrafta, köşede, not defterime yazıktırdığım pek çok karalama olsa da bunları gerek üşengeçlikten, gerekse yorucu işgünlerinden sonra ellerimi dinlendirmek icin bilgisayardan kacmam sebebiyle bloguma aktarmamam düpedüz işgüzarlıktır.
aslında tam da bu noktada son 1 senede neler yaptığımı düşünmem için iyi bir fırsat;
todo listemde 1-2 check daha attım (guzel, devam)
daha mutluyum (afferin, aynen devam)
ilk 7a tırmanışımı gerçekleştirdim (hell yeah beybi)
1-2 ameliyat olmama ragmen cok daha saglıklı ve fitim (gittikce kendimi seviyorum mu ne?a)
daha bi adam mı ne oldum? (burada kendimden şüphelenmeye başlıyorum)
Bu sene yapacaklarımın listesi:
2011 todo listesini yaratmak ve oncekilerin eksiklerini tamamlamak
her zamanki gibi daha cok kitap okumak icin uğraşmak (aksattım, şu proustları da çok beklettim)
iyi bir seyahat, gidilmedik ülkenin tadına bakmak
seyahat demişken bu sene karadeniz'i de araya katmalı?
bir süredir aksattığım bir konuya tekrar donmeli (mi?), bu sene aşık mı olsam ne? (aslında rahatım yerindeydi)
herşeyden öte bu seneye dair çook başka planlarım var, yakında kokusu (ve yazısı) çıkar!

20 Ocak 2010 Çarşamba

kahve

i drink good coffee every morning
comes from a place that's far away....

her kahvemin ilk yudumunda colin hay abimizin bu güzel dizelerini mıraldığımı farkettim. son günlerde akşam yemeğinden sonraki sigaramı kahve eşliğinde içmenin farklı bir yorgunluk giderici özelliğini keşfetmem ile kahveye karşı tutkum daha da arttı. gün içinde bardaklarca kahve içen birisi değilim, hatta güne kahveyle başlayanlardan da değilim. kanımda biraz türklük olduğundan çay ile güne başlarım, biraz da ingilizlik olduğundan çayıma süt katarım.
evet kahvenin pek bi yararı yok, akşam içilen kahve selülit bile yapar, ama pek güzel gidiyor bu soğuk günlerde....

15 Aralık 2009 Salı

ters giden bir şeyler var

bazı günler vardır, hiç bir şey düzgün gitmiyordur. işte yapmanız gerekenleri bir türlü bitiremezsiniz, istediğiniz e-mail gelmez, ilgili kişi aramaz ya da müdürünüz hiç çalışmadığınız yerden soru sorar. çalışma hayatının kendine ait stressini arttırabilecek her türlü koşul vardır zaten.
tüm bunların üstüne eve gelip hızlıca bir duş ve yemek ile yatağınıza girmek istersiniz ama heyhat, gün iyi gitmiyordur ya, eve girdiğinizde elektriğinizi kesik bulabilirsiniz, sular akmıyordur, tüp bitmiştir. skerim böyle bir günü diye direkt yatağa sokulursunuz ve ayağınızı kapıya çarparsınız. bu dünyaya çok mu fazlasınızdır? her şey mi ters gider? ve fakat neden her günün sonunda ben böyle hissederim?

23 Kasım 2009 Pazartesi

çalışmak yasaklanmalı

yok başka bir diyeceğim. hayatımızın en güzel saatleri, günleri, yılları çalışmak ile geçiyor ve hala alternatifini bulamamış olmam yeterince rahatsız edici. günde 14 saat çalıştıktan sonra eve gelip yalnızca uyumayı düşlemek, hayata mecali kalmamak yanlış. bu işte bir sakatlık var. yasaklanmalı tüm bunların hepsi...